19 Mayıs 2021
Kurtulmaya çalıştığımız şeylerin aslında içinden asla çıkamadığımızı ve çıkamayacağımızı fark etmek insana oldukça fazla acı veriyor, bu kapana kısılmışlık hissinin hayvanlara ve hatta beyinleri ve duyguları bile olmayan bitkilere bile acı verdiğini düşünüyorum. Tüm anılarımız-o salondaki yemek masasında ağlayarak babamızla matematik ödevi, çocukları sen mahvediyorsun, seni görmek istemiyorum, anne babam bize bir şey yapar mı, hepsi senin yüzünden oluyor, geber de kurtulalım, çocukları geriyorsun, bu evde hiç iş yapmıyorsun, çocuklara vurma, canımı acıtıyorsun, kolumu morarttın, evi terkediyorum, bu evde yemek yapmaktan başka bir işe yaramıyorsun, anneliğine sıçayım, seninle yaşamaktan bıktım, berbat bir ablasın, herkes senden nefret edecek-bizi de içine alarak bir kafes oluşturuyor bize. Kafes nereye gidersek bizimle geldiği için özgürmüşüz gibi hissediyoruz. Zamanla yaşadığımız habitata-yani birkaç adet kan bağı sebebiyle bir arada yaşadığımız bizden uzak insanların bulunduğu, ev değil de sığınma kampı gibi olan, iklimi ise oldukça sert ve kalp kırıcı, üç artı bir sitedeki evlerimize, bazen de Kadıköy’de bir apartman dairesinin zili çalışmayan üçüncü kattaki dairelerimize- uyum sağlar ve hiç yokmuş gibi görünür. Sadece duvara çarpar dururuz ve inatla bunu tekrarlarız; antidepresanlar alarak duvarlarını eritmeye çalışırız bu kafesin, pahalı terapilere gidip yalvarırız bizi çıkartmaları için fakat onların da benzer bir kafesin içinde olduklarının asla farkında olmayız. Türlü türlü saçmalıklara inanırız-meditasyon çok iyi geliyor gevşiyorum, yoga yapmayı denedin mi hiç, ay ışığında ritüel yaparsan yeni yıla çok iyi başlarsın, enerjiye inanıyorum ben- ve çaresizce bizi kurtarabilme olasılığı olan her şeye atlarız. Belki şanslı oluruz da aşık oluruz, kafesimize birini alabilme şansına erişiriz. Ama tüm bunlara rağmen insanoğlu bu kafesin aslında kendisinden oluştuğunu, kendisinden kurtulamadığı gibi kafesinden de kurtulamayacağını bir türlü idrak edemez, etmek istemez. Yaşam denilen şey ise bu kafesin içinde geçirdiğimiz vakit dilimidir. Kafeslerimiz anılarımızla, travmalarımızla gittikçe güçlenir. Bazen ise kurtulduğumuzu sandığımızda ufak bir şeyde bile -sana karşı bir yabancı gibi hissediyorum, seni boğazını sıkarak gebertebilirim, senden nefret ediyorum, sen güvenilmezsin, hep burnun sürtülecek, anne babam bizi öldürebilir mi, anne babam kapıyı kırabilir mi, tırnaklarını yeme sakin ol, geçecek bunların hepsi, hiçbir şey değilsin ve olamayacaksın, özür dile çocuktan, sizinle bir şey yapmak işkence gibi, lanet olsun sizin gibi aileye, biz asla bir arada olamıyoruz, siktir git evden- sert duvarlarını yüzümüzde bir tokat gibi hissdiyoruz. Kaçamayacağımız gerçeği ile birlikte kabullenemediğimiz bir şey daha var ki o da bu kafesin duvarlarını bir tek ölümün eritebileceği gerçeği. Lakin ölümün de oluşturabileceği yeni kafesler olabilir, Hamlet’in bu denli korktuğu şey de budur. İnsan hayatı boyunca ölümün bilinmezliği ve belirsizliği ile hayatın boğazına bir yılan gibi dolanması arasında gidip durur. Bazen arafta durup insanın battığı bataklığı, bulunduğu çöl gibi kurak cehennemi gözlemlemesi ve deneyimlemesi gerekir. Bu da onu yolun iki ucundan birine gitmeye itecek şeydir. Eğer şanslıysak bu hayat denen yılan bazı anlarda boğazımızı daha az sıkarak bize insaf edebilir, fakat unutulmamalıdır ki hayat güvenilmez ve dengesiz birisidir.
adeta bi tiyatro oyununun repliklerini okudum.. diyaloglar çok tanıdık, hafızamdan çekilip önüme getirildiler. kendi kafesimi keşfetme yolunda bir hüzme de olsa gösterdiğin ışık için teşekkürler ruhu nahif insan..
YanıtlaSilBelki de kafesimizin anahtarı demirleri sıkı sıkıya tuttuğumuz avuçlarımızın içindedir..?
YanıtlaSil