1998

yıl 1998. karlı ve bir o kadar da kasvetli bir gece. kulaklarda çınlayan bir ölüm sessizliği var. kar, beyaz bir çarşaf gibi ölü dünyanın üstüne örtülmüş, cenazesi kalkacak yakında. arkadaşlarla çiçek pasajı’ndayız. kadehler ardı ardına kalkıyor, ölüm sessizliğini bir tek çarpışan camların sesi bozuyor. rakının anason kokusu, tütün dumanı ile dans ediyor adeta. neşe karaböcek’in pikaptan yayılan cızırtılı sesi yankılanıyor kirli duvarlarda. dudaklar; zamanında buluşamadıkları sevgililerin şerefine, hiç durmadan bardaklarla buluşuyor. rakının yakıcı soğukluğu boğazlardan aşağı yavaş yavaş süzülüyor, yavaş yavaş damarlara karışıyor alkol. her yudumda sevgilinin dudaklarına, dudaklarının hayaline bir adım daha yaklaşıyoruz belki de. işte böyle bir geceydi o adını hatırlamadığım kadınla tanıştığım gece. “kapatıyoruz” diye bağırırken meyhaneci, tek başımaydım masada; usulca, hiç bıkmadan, iki aşık gibi durmaksızın birbirini kovalayan akrep ve yelkovandaydı gözüm. sigaramın dumanı parmaklarımı sarıp sarmalıyor sevgili gibi, terk etmeden önce yakıcı kokusunu da bırakıyor. dostlardan, dost gibi davrananlardan arta kalan masada oturuyorum tek başıma, bomboş sandalyelerin, bomboş bardakların arasındayım. kışın soğukluğu okşuyor vücudumu usul usul, damarlarımın en içine kadar üflüyor iç üşüten rüzgarlarını. işte tam da böyle bir anda karşıma kış gibi soğuk bir kadın gelip oturuveriyor, aralık kapıdan esen rüzgarın etkisiyle simsiyah saçları belinin üstünde salınıveriyor nazlı nazlı, incecik belini sarıp bembeyaz teniyle dans eden kürk paltosu bile koruyamıyor onu soğuktan. sonradan anlamıştım onun da benim gibi içi üşüyenlerden olduğunu, bizim gibileri yün atkılar, kürk paltolar paklamaz. incecik parmakları tüm kızarıklığıyla bana uzanıyor; kan kırmızısı, dolgun dudaklarından hala unutmadığım o kelimeler dökülüyor: “sigaran var mı?” işte her şey böyle başlıyor; bir çift yeşil göze satıyorum hayatımı, birkaç dal sigara karşılığında. kimilerine göre kötü bir pazarlık. delici bakışları içime içime işliyor; soğuğa tezat benzin gibi yakıyor kalbimi, yıllarca sönmeyecek bir yangın başlatıyor ruhumda. sigarasını verdiğim çakmakla yakıyor, kalbimi yaktığı gibi. aldığı her nefeste, onun ciğerlerine dolan duman benim de ciğerlerime doluyor. onun ruhunu içime çekiyorum adeta. meyhaneciye bakıyorum göz ucuyla, tanıdık olduğundan biraz daha kalmamıza göz yumuyor. “şefim” diye bağırıyorum, “bize biraz daha rakı!” hala unutamıyorum, kara saçları gibi karanlık olan gökyüzünü aydınlatan tek şey, zümrüt gözlerindeki ışıltıydı o gece. göğe serpilen yıldızlar gibi, kar taneleri süslüyor siyah saçını. yavaş yavaş eriyişini izlerken o beyaz zerrelerin, benim de ruhumun her bir zerresi eriyor. hiç konuşmadan izliyoruz birbirimizi, derin dekoltesinden taşan, porselen gibi bembeyaz gerdanından ve göğüslerinden alamıyorum gözlerimi. kısacık siyah elbisesiyle muntazam bir uyum içinde incecik vücudu, kimbilir ne kadar üşümüştür! sigaranın etrafını saran incecik parmaklarındaki yenmiş tırnaklarına takılıyor gözlerim, kıpkırmızı, kısacık tırnaklar. ellerinin titremesi kesilmiyor, o da bunun farkında. umursamamaya başlıyor bir süre sonra, titrek ellerini her dudağına götürüşünde titremesini engellemeye çalışmıyor. o da biliyor soğuk olmadığını onu titreten şeyin. nazlı bir kara kedi gibi salınıvererek çıkartıyor bembeyaz boynunu saran siyah yün atkısını. al dudaklarından çektiği sigarasını söndürüyor kül tablasında, haşince eziyor kıpkırmızı olmuş izmariti fakat yine de tam anlamıyla söndüremiyor. bırakıyor kendi haline, yana yana sönsün. bilmiyor ki kalp yana yana sönmüyor sigara gibi, bir daha asla söndüremeyeceğimi bilmiyor. her yanışta benzin dökülmüş gibi daha da alevleneceğinden habersiz titreyen bakışları. o sırada da meyhaneci elinde bardaklarla köşeden çıkıveriyor. dolmuş kül tablasını değiştirmek istiyor, diyorum “bırak”, onun dudaklarından çıkan sigaradan hala hafif hafif tüten dumanı izlediğimi bilmiyor çünkü. dudaklarımızı hala bıçak kesiyor, tek kelime konuşulmamış. kırmızı dudaklar henüz sadece sigara için açılmış. kımıl kımıl kımıldayan, açılıp açılmayacağına karar veremeyen dudaklarından anlıyorum kararsızlığını. o da anlamış olacak ki, sıkıca kavradığı bardaktan bir yudum alıyor. bir karara veremeyen dudaklarının çaresizliğini uzattığım sigara ile bölüyorum. oturduğundan beri ilk kez tebessüm ediyor, iki yana hafif hafif kıvrılan ağzından dökülecekleri nasıl sabırsızlıkla beklediğimi bilmiyor. tam o anda beni şaşırtıyor, karşıma çıkışıyla şaşırttığı gibi. “teşekkür ederim.” iki kelime bahşediyor aç olan ruhuma, iki kelime bile cayır cayır yakıyor benliğimi. kafamı sallıyorum, daha tek yudum almamışım ama zil zurna sarhoş olmuşum bakışlarıyla. arkadaşlarla içilen rakıdan eser kalmamış vücudumda. onu gördüğüm an, o yeşil gözleri içime ilmek ilmek işlediği an vücuduma içki olmuş varlığı. her şeyden habersiz gözleri, masum ve ürkekçe bakmaya başlıyor bana. o yürek yemiş gibi masama oturan kadın yerini kaybolmuş bir çocuğa bırakıyor adeta. bardağında son bir yudum kalmış. akrep ile yelkovan kavuşmuş. sonra başlıyor anlatmaya, her gece uyumak isteyen zihnime bir destan olan hikayesini. on dört yaşından dalıveriyoruz hayatına. anlattıkları kafamda köşesine sinmiş, yer yer kolları morarmış, kollarında tırnak izleri olan bir çocuk oluşturuyor kafamda. upuzun kirpiklerden damlayan gözyaşları geliyor, kıpkırmızı yanaklarından usul usul süzülüyor boynuna. babasının ağır elleri suratına indikçe yalvaran çatlamış sesi yankılanıyor o an kulaklarımda. neşe karaböcek susuyor. babası ellerinden tutup harbiye’ye götürüyor o ufak kızı, hiç bilmediği bir dünyaya fırlatıp gidiyor onu adeta. aç bir ayı gibi bekleyen adamların ellerine veriyor o ufak parmakları, o zamanlar da yenilmiş olan tırnakları. beceriksizce kırmızı ojeler sürülmüş parmaklar o gün bugündür titriyor. ikinci bardağı söylüyoruz. o günden beridir başka başka eller değiyor kemikleri sayılan bedenine, o günden beridir ne bir telefon, ne de bir mektup. ne arayan bir ana, ne arayan bir baba. hayatındaki tek varlık parasını cebine sıkıştıran pezevenkler. hiç konuşmadan dinliyorum, gözyaşlarından öpmek istiyorum karşımdaki o kadını, sadece ruhunu öpmekle yetiniyorum. otel odalarında uykusuz geçirdiği geceleri anlatıyor bana. avazı çıktığı kadar, kağıdı sökülmüş kirli duvarlara bağırdığı geceleri anlatıyor. on yedinci durağına vardığımızda hayatının, bu sefer zihnimdeki çocuğun kucaklarında bir de bebek beliriveriyor o anlatmaya devam ettikçe. çığlık atarcasına ağlaması kulaklarımı dolduruyor, kadının sessiz ağlayışları karışıyor o seslere. morun her tonunu ağırlayan elmacık kemikleri, çatlamış, kan damlayan dudaklar geliyor gözümün önüne. on sekizinci durakta ölüyor çocuk, kadının içindeki çocukla birlikte. ölümün sessizliği kaplıyor masayı, kırmızı dudaklar gözyaşlarıyla ıslanıyor. susuyoruz, gözleri duman kokusu sinmiş duvarlara dalıyor. her bir pürüzüne kadar ezberledikten sonra yalnız duvarları, karsta karlı bir güne dönüyoruz. fırtına saçlarını birbirine dolaştıyor, zayıf bedenine bağlı ayakları adeta yerden kesilecek. uzanıp tutmak istiyorum onu. kara bata çıka yürüyor, elinde ufak bir bavul. kahverengi derisi yer yer soyulmuş, ikinci el pazarından alınmış, kenarları çarpmaktan yamulmuş. bir kapının önünde duruyoruz sonra saatlerce, titrek eller tereddüt ediyor önündeki zile basıp basmamakta. kapıyı açınca parçalanıyor içi, karşısında anasından farklı bir yüz görünce. ölüm haberleri etti iki. çarşaf gibi bembeyaz ölümün üzerine iki gözyaşı damlıyor boncuk gözlerden. tutuyorum elinden, yirmi yaşına gidiyoruz. kat kat giyinmiş bu sefer, yamukça örülmüş yeleklerin içini ısıtabileceğini sanıyor. ne soba odayı ısıtabiliyor, ne de içini. kapıya sıkıca yaslamış sırtını, o kadar inatçı ki kapı, özgürleştirmek istiyor öbür tarafındakini. güm güm atıyor üstüne inen her darbede, yıkılmak için can atıyor. kapının ardında da tok bir ses, kızın çığlıklarına karışan bağırmaları içindeki hayvanı dizginleyemiyor. kapının açılıverişini görmeye dayanamayacağımı biliyorum, gel diyorum, unutalım hepsini. ne yirmi üç yaşına gidelim, ne de otuz. bu sefer elinden tutup evime götürüyorum onu. yıllardır faturasındaki rakam hiç düşmemiş olan evim ilk kez ısınıyor bu kadının varlığıyla. konuşmak istiyor, parmaklarımla bölüyorum sözünü. “şşş” diyorum, “sessizliğimizde artık söz hakkı.” ruhuna karıştığım gibi bedenine de karışmak için can atıyorum, damarlarımı yakıyor kanım, fokur fokur kaynıyor. vücudumu delip adeta odayı doldurmak istiyor. usulca dağılmış saçlarını okşuyorum, bu sefer öpüyorum gözyaşlarından ruhunun her bir zerresini öptüğüm gibi. bedeninin siyah elbisesinin kapladığı gibi kaplıyorum onu vücudumla. ne kanında taşıdığı o bulaşıcı hastalık dizginleyebiliyor ruhumu, ne de etten kemikten vücutlarımız. hayatın kendisi bir hastalık diyorum ona; kanımızda her gün zehir gibi dolaşan, insanlarla tanıştıkça bulaşan bir hastalık. ruhlarımız seviştikçe o bulaşacak diyorum, bedenlerimiz seviştikçe bu. o an tüm gerçekleri unutuyorum, ruhumun aç olduğu kadar bedenim de aç. her bir zerresine dokunmak istiyorum, parmak uçlarım alev alıyor vücudunda gezindikçe. uçsuz bucaksız çöller gibi olan bedenini keşfe çıkmak istiyor, vahadan sonra su bulan bir bedevi gibi yapışmak istiyor dudaklarım su gibi bedenine. kemikleri sayılan parmaklarının altında eriyor bedenim, sıvılaşıyor adeta. onun bedeninin şeklini alıyor; bir yapboz oluyoruz, iki parçalık bir yapboz. büyük bir açlıkla öpüyorum çatlamış dudaklarını, her zerresini kendime saklamak istiyorum. zihnim bir an olsun boş durmuyor, kayıtta olan bir video kamera gibi her anı hafızasına kaydediyor. o gece kırlar düşmüş saçlarımı çekiştiren elleri, bir ömür ruhumu çekiştirsin peşinden istiyorum. yanıma uzanıveriyor, tavanda beyazın her bir tonunu ezberliyoruz. göğsümde uyuyaklıyor, kokusu burnuma geldikçe bütün hücrelerimi canlandırıyor. sabah ise kendinden geriye sadece bomboş bir yatak bırakıyor, gecenin sillesini yemiş bir yatak. ana karnındaki bir çocuk gibi sarılıyorum kendime. bembeyaz yastık kılıfına kirli sakallarımdan süzülen gözyaşlarım damlıyor. diyorum kendime, ah ulan oğlum, niye uyudun? kızıyorum kendime, bir an olsun ondan gözlerimi ayırdığım için. 

yıl 1999, geriye ne meyhane kalmış, ne adam, ne de kadın. hayat acımasızca sindirmiş hepsini. adam ile kadın mezar taşlarında aranan, belki de aranmayan birer isim haline gelmiş. meyhane ise o gece gördüklerini kaldıramamış olacak ki, çok geçmeden kapatılmış. o geceden geriye sadece kapıları kilitli bir beton yığını kalmış. 

Yorumlar

  1. sanki bi black mirror, love death+robots bölümü izlemişim gibi oldu en alaturkasından.. ahhh neşe karaböcek ayrıntısı da güzeldi. bu yazıyla birlikte sadece hissettiklerini kelimelere dökmede değil, kurgu hikayeler üretmekte de yetenekli olduğunu görmüş olduk ufaklık. kalemine sağlık.. betimlemelerin hakan günday'ı anımsattı. çok detaylı ve çok olası

    YanıtlaSil
  2. Muhteşemdi. Seni bir erkek olarak hayal ettiğime inanamıyorum. Hahaha.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

yorum yapsana?

popülerler