DANCE WITH THE DEVIL
ne yalan söyleyeyim, kötü değilim. çok güzel günler geçirdim. güzel günleri geride bırakmış olmam, ileride daha güzel günler olmadığı anlamına gelmiyor.
geçmişte yolculuk yapıyorum bazen zihnimde. bazen bahçeli’de bir ilkokulun ara sokağından dik bir yokuşu çıkıyorum, yapayalnız bir parkta sallanıyorum—artık hiçbir şey eskisi gibi değil. köprünün altından çok sular aktı—her şey değişti. yenidoğan bir bebek gibi, tekrardan doğdum sanki küllerimden. belki de küllerimi burnumdan çektim, belki de dilimin altına koydum—ve çok şey değişti.
çocukken beni denizin ortasına fırlatmışlardı, yüzmeyi öyle ya da böyle öğrenmek zorunda kalmıştım—işte hayata da böyle başladım. zamanda yolculuğum, annemin beni hayatın ortasına fırlatmasıyla başladı. artık dünyada fazladan bir tane daha bebek ”birinci tekil” vardı. var olmak başlı başına zor bir eylem, gerçekten var olabilmek ise daha da zor. işte ben, 2003 yılında fiziki dünyada var olmaya başladım, gerçekten var olmaya ise 2025 haziran ayında.
konumdan çok saptım, iğrenç iğrenç yazmaya başladım. iyiyim işte ya, ondan yazamıyorum belki de artık. bir rüyadan uyandım. rüyamda karavanla amsterdam’a gitmiştim—hatırlıyorum bu sefer, yağmurlu bir havaydı. evet—amsterdam’da o gün deli gibi yağmur yağıyordu. yürüdük, ormanın büyülü gizemini keşfettik—ebbs,,flows,,leaves,,bubbles,,mushrooms,,orman bizi çağırmıştı. bir karavanın yatağına bütün dünyayı sığdırmıştık. böyle bir rüyadaydım işte iki ay boyunca. bazı uykular olur ya, uyansan da etkisinden çıkamazsın gördüğün rüyanın. bana da ondan oldu işte.
kendimi biraz rahat bıraktım. arkama yaslandım ve yaşamaya başladım. gerçekten var olmaya. hafifledikçe hafifledim—yüklerimden bir bir arındım. hayatı erittim dilimin altında ve bulutlar ayaklarımın altından kaymaya başladı. yolun ucunda bir ışığın hayaliyle yürümüştüm tüm bu yolu—tökezleyerek, düşüp kalkarak, defalarca mola vererek, bazen ters yönde yürüyerek, kaybolarak, yaralanarak ve çokça uyuyakalarak. şimdi ise her şey çok tatlı, çünkü yolun ucundaki ışık tenimden tüm dünyaya yansıyor. dünya ve evrenle bir uyum içindeyim sanki. belki de işin essence’ini kavradım. belki de nasıl yaşanır öğrendim, kendimi hayatın ortasına fırlatarak. yaşamaya başladım, hem de kendi başıma. kendi ayaklarım üstünde durmaya başladım işte, düşe kalka bebek de öğrenir ya bir noktadan sonra yürümeyi—belki de önce bir süre emeklemek, yani gerçekten hayatın pisliği içinde sürünmek gerekir. işte ilk kez, kelimenin tam anlamıyla akışına bıraktım. tatlı tatlı süzülüyorum—sanki bir caz müzisyeninin üflediği süzülen bir notayım, veya bir bel kıvrımından zarifçe süzülen bir damla, belki de sonbaharın uçurduğu nazlı bir yaprak.
ama işte bir de içimde hep taşıdığım o boşluk ve kaçtığım bir karanlık var—kaçıp kurtulamadığım. saklambaç oynuyoruz belki de artık, saklanıyorum bir kuytu köşede. dinleniyorum. gücümü topluyorum. izliyorum sadece. gözüm herkesin üstünde—sessizce hepinizi izliyorum. izlemekle kalmıyorum. gölgelerin arasında, zamanın akışında, gece gündüz çalışıyorum. burnumu boktan ve boktan orospu çocuklarından kurtardım—en kibar tarifiyle. uzaklaşıyorum, yükseliyorum, aradaki mesafeyi arttırıyorum—durmadan yol kat ediyorum—hiçbir zaman yerimde durmuyorum—daima ileriye gidiyorum. geride bıraktım birçok şeyi ve birçok kişiyi—hiçbiri beni yolumdan alıkoyamadı. geride bıraktım ve ilk çıkıştan saptım. zararın neresinden dönersen kârdır demişler. bence bayağı bir kârdan bahsediyoruz.
tek sıkıntı, içimi kemiren can sıkıntısından asla kurtulamıyor oluşum. all work and no play makes me a dull woman. hiçbir şey hissedememenin kötü yanı bu işte—hep bir şey hissetmek için başka bir şeyin gerekmesi—ve hiç yetmemesi—hep daha fazlası, daha fazlası, daha iyisi, daha yoğunu. hep daha fazlanın peşinde, hep bir kovalamaca. kendimi arzularımdan alıkoyduğumda canım göğüs kafesimi tırnaklarıyla yırtıyor sanki—iç sıkıntısı beni öldürüyor bir yandan—ben çabaladıkça hep kendini gösteriyor—ve her şey anlamını yitiriyor. bugünlerin ne anlamı var ki? şu yaptıklarımın ne anlamı var ki? daha iyisini istemenin ne anlamı var ki—ne fark eder ki daha iyi bir şirkette çalışsam, ne fark eder almanya’da yaşasam, ne fark eder ben de kodaman zengin bir kadın olsam, dünyanın tepesinde olsam ne fark eder? existence—well, what does it matter? i exist on the best terms i can. her sabah tekrardan deniyorum. durmak nedir bilmiyorum. ama işte, bazen anlamsızlık ve can sıkıntısı beni ele geçiriyor. artık mücadele etmiyorum ama, barıştım. maskemi takıp yoluma bakıyorum, hiçbir şey beni alıkoyamaz devam etmekten.
bazen de arzularıma bilerek yenik düşmeyi seviyorum—insan bazen yenilmesini bilmeli. bilerek yenilmek kaybetmek değildir çünkü, oyunun gerçek kazananı olmaktır. yeniliyorum, teslim oluyorum arzularıma. eriyip akıyorum, bir akışta var oluyorum. kurnazca yeniliyorum işte. göz kırpıyorum şeytana, dans etmeyi seviyoruz birlikte. içimdeki şeytanla flört etmeyi seviyorum.
ii olmana sevindm ben de iiym, rambling on
YanıtlaSilseni bugün okulda gördüm. ışıldıyordun, gerçekten dışına yansımış. böyle devam et, seviliyorsun
YanıtlaSilat yalanını sikeyim inananı
YanıtlaSilbok gibi yazmışsın, yazmayı bırak bence. ya da o seni bıraksın.
YanıtlaSilveya sen okumayı bırak
Silbıraktım zaten bu leş yazıdan sonra
Silsağol. uza şimdi bi daha yorum da atma
Sil